Son yıllarda benzine ve motorine gelen zamlarla birlikte LPG'li araç kullanımı farkedilir ölçüde artmış durumda. Ben de bu modaya uyan, yıl içerisinde hatırı sayılır kilometre yapan bir kullanıcı olarak, araç sahiplerindenim. Hatta aracımı alırken göz önünde bulundurduğum ilk ve en önemli nokta; motorunun LPG uyumluluğu olmuştu.
2015 yılının Temmuz ayında satın aldığım aracımı henüz 361 km kullandıktan sonra LPG taktırmak üzere servise götürdüm. Mengerler Bosch Car Yetkili Servisi'nde Prins marka bir kiti yağlama sistemi ile birlikte taktırdıktan sonra, aracın ruhsatına LPG'li olduğunu işletmeden 3 sene boyunca kullandım. Evrakları eksiksiz teslim almış olmama rağmen, o zamanki şartlar dahilinde fırsat bulup ilgilenemediğim için aracın muayene tarihi gelene kadar bu işlemi sürekli erteledim. Tabi şunu belirtmek gerekir; bu süre içerisinde hiç bir kaza, afet gibi bir duruma karışmamış olmam şanstı. Çünkü bu haliyle kaskosu geçersiz olan arabam için ciddi bir masraf ve ceza ile karşılaşabilirdim. Bu yüzden herkese tavsiyem şudur; aracınızda bu tarz bir değişiklik yaptığınız zaman yasal süre içerisinde gerekli işlemleri yerine getirin.
Muayene süremin bitmesine 15 gün kala LPG'yi ruhsata işletme sürecine başladım. İnternette farklı sitelerde, farklı uzmanlar tarafından bir çok şekilde tarif edilen süreçler var. Ama hiç biri benim yaşadığım süreci tam anlatmıyordu. Eksik ve yanlış bilgilerle dolu olan, ve birbirinin tekrarı olan bu süreçlerden tamamen farklı bir yol izlemem gerekti. Aşağıda adım adım anlattığım süreç aracına LPG taktırıp yasal süre boyunca ruhsata işletmemiş olan kullanıcılar içindir.
1- LPG kitinizi takan yetkili servise gidip evrakları yenilemek istediğinizi belirtiyorsunuz. Fatura ve uygunluk belgesi dışındaki evraklar yenileniyor. Bunun bedeli benim gittiğim yetkili serviste 120 TL + KDV idi. Ayrıca yeni yönetmeliğe göre, dolum ağzı benzin kapağının olduğu yerde olması gerekiyor. Daha önce ruhsatına LPG işletmiş olanlar muayenede sorun yaşamıyor. Ama sıfırdan LPG işletecek olanlarda dolum ağzı aşağıda olursa araç muayeneden geri çevriliyor. Kitin üzerinde dolum ağzı değişikliğinin maliyeti ise 420 TL +KDV. Yani gerekli evrakların yenilenmesi ve Lpg kitinin muayene için uygun hale getirilmesi toplam ; 708 TL.
2- Aracınızı muayeneye götürmeden önce Ek-1 belgesi hazırlatmanız gerekiyor. İnternette bununla ilgili çok bilgi var. Kimisi kendim hazırladım derken, kimisi sigortacıdam aldım diyor. Ben sigortacıdan bu belgeyi istediğimde artık hazırlamadıklarını söyledi. Bir arzuhalciye gittim ve o doldurup verdi. 2 adet Ek-1 belgesi için 10 TL ödedim.
3- Muayene adımına gitmeden önce " Egzoz Gazı Emisyon Ölçüm Raporu" almanız gerekiyor. Benim tavsiyem bunu dışardan yaptırıp gidin. Muayene istasyonunda çıkacak bir aksilikte müdahale etme şansınız olmayacaktır. Artık ruhsatlarada egzoz emisyon pulu yapıştırılmıyor. Size bir A-4 çıktısı veriyorlar. Bu işlem için de yetkili servise ödenmesi gereken tutar 55 TL.
4- Aracı muayene için Tüvtürk istasyonuna götürmeniz gerekiyor. Randevu alıp gitmeden önce aracınızın MTV, trafik cezası, geçiş ihlali gibi ödenmemiş borcu olmadığına dikkat edin. Tabi bir de zorunlu trafik sigortasının olması gerekiyor. Aksi durumlarda Tüvtürk sizi geri çevirecektir. Randevu saatinden yarım saat önce muhakkak orda olmaya dikkat edin. Orada geçireceğiniz süreye örnek olması açısından, benim randevum 14:45 idi. aracı 15:30 gibi muayeneye aldılar. 16:30' da aracı teslim almıştım. Bu arada muayene ücreti süresi geçmemiş otomobil için 226,56 TL.
5- Muayeneden sorunsuz geçtiğinizi varsayıyorum. Şimdi ilçe emniyet müdürlüğüne gitmeniz gerekiyor. Aracınızda ki teknik değişikliği 30 gün içerisinde bildirmediğiniz için ceza ödemeniz gerekiyor. Bu kesilen cezayı istediğiniz zaman ödeyebilirsiniz. Ama cezayı kestirip " TRAFİK İDARİ PARA CEZASI KARAR TUTANAĞI" yazan kağıdınız olmadan ruhsata işletmeniz mümkün değil. Oradaki trafik şubede bulunan memur arkadaşlara gecikmiş LPG işlemi yapacağınızı söylerseniz, içlerinden biri ceza belgenizi hemen kesecektir. Bazı ilçe emniyet müdürlükleri bu işlemi randevusuz yapmıyorlarmış. Ben garanti olsun diye randevu alıp gittim. Bu linke tıklayarak randevu alabilirsiniz. Genellikle akşam üstü 16:00 civarı randevu saatleri açılıyor. Ayrıca ruhsat, LPG faturası, ehliyet ve nüfus kağıdı gerekli olan evraklar. Kesilen ceza 108 TL. Ben aynı gün ödedim 81 TL olarak tahsil ettiler. Ödemeyi de internet vergi dairesi üzerinden beyana dayalı şekilde yapabilirsiniz. Belge numarasını girdiğiniz zaman ceza çıkıyor hemen.
6- Şimdi sona geldik; ruhsatı yenileme işlemine. Bunun için artık notere gitmeniz gerekiyor. Önceden ilçe emniyet müdürlüklerince yapılan işlem artık noter tarafından yapılıyor. Noterler işlemi yapmaya yeni başlamışlar. Bu sebeple bazıları henüz sistemi kullanmayı bilmiyormuş. Benim ilk gittiğim noter bu sebeple işlemi yapamadı. Başka bir notere gidip işlemi yaptırabildim. Hazırladığınız bütün evrakları, kimliğinizin aslını ve fotokopisini notere verip işlemlerinizi yaptırıyorsunuz. Sonra bilgiler işlenince "Baş Katip"e gidip imzalatıyorsunuz. Daha sonra vezneye işlem için 138 TL ödemeniz gerekiyor. Tekrar "Baş Katip"e giderek yeni ruhsatınızı alıyorsunuz. Artık ruhsatlar tek yaprak olduğu için sizden iki yaprağıda alıp karşılık olarak tek yaprak veriyorlar. Bu yüzden muayene raporunuzu kaybetmeyin. Bazı noterler muayene raporu ve LPG faturasının orjinalini isteyebiliyormuş, kabul etmeyin ve onlara fotokopisini verin, orjinali sizde kalsın.
Ve geçmiş olsun! Bu uzun işlemler sonucunda aracınızın ruhsatı yenilenmiş oluyor. Şimdiden herkese kolay gelsin, kazasız sürüşler...
Maliyet Tablosu:
1- EVRAK YENİLEME VE LPG DOLUM AĞZI DEĞİŞİKLİĞİ: 708 TL
2- EK-1 BELGESİ : 10 TL
3- EGZOZ GAZI EMİSYON ÖLÇÜMÜ : 55 TL
4- TÜVTÜRK MUAYENE: 226,56 TL
5- TEKNİK DEĞİŞİKLİĞİ GEÇ BİLDİRME TRAFİK CEZASI: 108 TL
6- NOTER RUHSAT YENİLEME: 138 TL
TOPLAM: 1.245,56 TL
Not: Bütün bu süreç boyunca arzuhalciden, notere; tüvtürk personelinden, memurlara kadar herkes sizi sinir edecektir. Ama sabırlı olun. Bu işlemleri yapbilmek için onlara ihtiyacınız var. Sakin kalıp işlemlerin bitmesini bekleyin ve görevini düzgün yapmayan insanları Allah'a havale edin.
16 Mayıs 2018 Çarşamba
3 Mayıs 2018 Perşembe
Futbol Yorumculuğu
Üzerine bu kadar fazla görüş bildirilen, bu
kadar farklı bakış açılarıyla sevilen ve eleştirilen bir spor dalı daha yoktur.
Tabii ki futboldan bahsediyorum. Kimilerine göre insanları uyutmak için
kullanılan bir afyon, kimilerine göre insanları birleştiren bir araç,
kimilerine göre sadece spor, bazılarına göre ise 22 kişinin bir topun peşinde
90 dakika koştuğu sonrasında onlarca kişinin üzerine saatlerce konuştuğu
gereksiz bir aktivite. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, zengin, fakir… her
yaştan, her kesimden takipçisi olan, gelişmelerini bütün dünyanın
konuştuğu büyük bir "Pazar"futbol artık.
Futbolcusundan, teknik direktöründen,
kulüplerinden, malzemelerinden, kulüp çalışanlarından, futbol stadyumlarından,
yayınlarından, yayın sonrası teknik analizlerinden; kısacası içerisinde
barındırdığı her şeyden milyonlarca para kazandıran, çok büyük bir sanayi artık
futbol.
İşin teknik ve taktik tarafı bir yana, maç
önceleri ve sonrasında yapılan yorumların bile ayrı bir piyasa oluşturduğu zamandayız. Televizyon yayınları dışında Youtube kanalları aracılığıyla
başlayan internet yayıncılığınında devreye girmesiyle bu işi bilen bilmeyen
yüzlerce uzman barındıran bir piyasa var artık.
Eski futbolcular, eski hakemler, eski yöneticiler,
menajerler, takım muhabirleri( ki artık
hepsi birer amigo gibi konuşuyor), kanal yöneticileri… hepsi birer uzman, hepsi
birer futbol dahisi. Bütün vaktini takımla birlikte geçiren, antrenmanların
tamamını canlı izleyen, analizler yapan teknik ekibin kararlarını her yönüyle
eleştiren, işi biraz daha ileri götürüp karakter analizleri yaparak, kişilerin
özel yaşamları hakkında dahi ileri geri konuşmaktan geri durmayan yorumcuları
barındıran formatların reyting oranlarının yükselmesi ile futbol yorumculuğu ve
programları başka bir boyut almış durumda.
Peki biz izleyiciler olarak ne istiyoruz?
Tabii ki her formatın izleyicisi ve seveni var. eğer bu soru üzerinden
gidilirse doğruyu bulmaktan ziyade reyting oranlarını yükseltmekle kalırız.
Peki doğru para kazandırmıyorsa ne yapmalı?
Uzun vade için konuşursak doğrunun
para kazandırdığını herkes kabul edecektir. NTVSPOR'un ilk gününden kapanışına
kadar ki süreç incelenirse bu durum daha net bir şekilde farkedilir. Bugün ve
yarından vazgeçip bütün bir geleceği korumaksa amaç izleyici ne istiyor yerine
izleyiciye ne vermeliyiz sorusuyla yayın yapılırsa futbolun en küflü tarafı
çürümeden kurtulmuş olabilir.
Habercilik ve yorumculuk arasında ki farklar
göz önüne alınıp, haber yaparken yorumcu gibi davranılmazsa, yorum yapan
kişiler iyi birer haberci/moderator ile kontrol altında tutulursa daha kaliteli
ve doğru programlar ortaya çıkacaktır. Belki de futbolumuzu istediğimiz
başarılara götürecek adımlardan en önemlisi de bu olacaktır.
Bu doğrulta iki profil incelemek istiyorum.
Ali Ece ve Erbatur Ergenekon.
Şu an 40'lı yaşlara yaklaşmış veya devirmiş
futbol yorumcularının içerisinde genel yorumcu sayısına oranla çok az iyi
eğitimli ve kültürlü insan var, maalesef çok az. Yada maalesef biz bu kadarını ekranlarda
görebiliyoruz. Bunların tek hobisi futbol olmamakla birlikte ikinci bir dili
çok rahat konuşuyor olmaları, dünyayı ve dünya halklarını tanıyor olmaları ile
farklı bakış açıları futbola renk katmakta. Onların futbol sohbetleri sizi
bazen orta çağ klasik eserlerine, bazen bir köşede unutulmuş bir romana, ya da
üzerinde durulmamış bir spor olayına götürüp, futbolun merkezinde insan ve
insani duyguların olduğunu hatırlamanızı sağlıyor. Bir maçta atılan güzel bir
golü, bir şarkının nakaratına benzetebildikleri gibi, kaçırılan net bir fırsatı
güzel bir tabloda ki renklendirmeyle de anlatabiliyorlar. Futbolun içine sanatı
katarak algı seviyenizi ve işin bir top peşinde koşmak diye anlatılan olaydan
biraz daha fazlası olduğunu ispatlar nitelikte yorumlar yapabiliyorlar.
Işte Ali Ece bunlardan biri, belki de en
önemlisi. Net olarak tuttuğu takımı belirtmiş olmasına rağmen, herkes
tarafından sevilmiş biri. Taraftar olduğunu gizlemeyerek, rakiplerine de
saygısını elden bırakmayarak işin zevkli tarafını oluşturan en büyük parçanın
doğru rekabet olduğunu en iyi anlatan isimlerden.
Ofsayt, yok ayağı geride, vücut önde, top tam
çizgiyi geçmemiş, bu açıdan görmek zor, hakem yanlış yerde, oyuncu art niyetli,
elini neresine koyacak adam, niyeti topla oynamak… gibi olmuş bitmiş değiştirilemeyecek
kararlar üzerine saatlerce konuşan, argoyu mümkün olduğunca kullanarak rtük
kurallarını zorlayan, konuştukları anlattıkları olayların içerisinde insan
olduğunu unutan yorumculardan sıkılan izleyici için iyi bir kaçamak noktası Ali Ece.
Pozisyonlar konuşulmasın mı, görüşler
belirtilmesin mi, Ali Ece yapmıyor mu… evet Ali Ece yapıyor. Ve yapılmalı tabii
ki bunlarda. Ama görüşünü belirtir konuyu kapatırsın. Takımın kazanmasını,
kaybetmesini oyuncuların karakteri yerine işin teknik tarafına dayandırıp
yorumlar yaparsın. Kazanmaktaki güzelliğin rakibin kaybetmiş olması olmadığını,
kaybetmekte bile güzel şeyler olabileciğini anlatırsın. Sanatla süslersin,
hikayeleştirirsin. Al sana reyting. Ali Ece gibiler bunu yapıyor.
Erbatur Ergenekon'da ilk ekranlarda görülmeye
başlandığında hadi bakalım dedirtti. Yusuf Kenan Çalık, Erbatur Ergenekon, İsmail Şenol gibi isimler spor ekranına yeni bir soluk getirecek diye
heyecanlandırdılar. Yusuf ve İsmail aynı yolda devam etse de Erbatur biraz
duraklama döneminde sanki. Hem de aralarında en umut veren olmasına rağmen. Çalıştığı
kanalın içerisine girdiği sürecinde bunda etkisi olduğunu atlamamak lazım tabi.
Ama asıl sorun birlikte program yaptığı abileri sanki…
Birlikte program yaptığı veya yapacağı kişileri
seçemiyor olabilir. Ama örnek alacağı, benzeyeceği kişileri seçebilir sanki.
Biz yeni bir Ali Ece performansı beklerken iş biraz Mehmet Ayan'la karışık Serdar Ali Çelikler olmaz umarım…
Hadi Erbatur kanalının yeni yapılanmasıyla
birlikte sende silkelen ve kendine gel. Eyyam yapan, iddialı sözlerle izleyiciyi
kışkırtan, bir pozisyona takılıp papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayan yorumcu
yeteri kadar var. Eski futbolcuların da bu işi yaptığını düşünürsek bu tip
yorumcu zaten hep olacak. Sen bize lazımsın. Futbol asla sadece futbol değildir
diyebilmek için sana ve senin gibilere olduğunuz gibi ihtiyacımız var…
Murat Kosova, Yiğiter Uluğ, Ercan Taner, İsmail Şenol, Yusuf Kenan Çalık, Ali Ece, Kaan Kural, Emrah Kayalıoğlu, Mert Aydın, Bağış Erten, Nebil Evren… aklıma gelen diğer spor yorumcuları,
moderatörler. Spor ekranı bunlarla güzel Erbatur. Sende bunlardan feyz al
lütfen..!
ÇOCUKLAR = GELECEK
Böyle bir “Dünya” ya çocuk getirmek doğru mu?
Hem de sonuna kadar!
İnsanoğlunun hırsı ve acımasızlığı
yaşadığımız gezegeni mahvediyor olabilir. Ama bu gezegeni kurtaracak olan yine
insanoğludur…
Bugün doğan her bebek yarının kurtarıcısıdır… dünyanın
umududur… çekilen bunca sıkıntının ileride anlamlı bir hal alabilmesi için,
umutlarımızın tekrar yeşermesi için yeni bireylere her zaman ihtiyaç vardır.
Bize düşen bizim genlerimizi taşısın veya taşımasın, bu
bireylerin doğru yetişmesine yardımcı olmaktır. En basit toplum kuralından, en
felsefik hayat duruşuna kadar bildiğimiz her şeyi “doğru” bir şekilde yeni
nesillere aktarmaktır.
· Yerlere çöp atmayan çocuk, büyüyünce doğayı sever,
korur!
·
Kendinden güçsüz olan da dahil etrafına saygı gösteren
çocuk; büyüyünce savaş çıkarmaz!
·
Anlattığı dinlenen çocuk; büyüyünce anlatılanları
dinler!
·
Ödev, okul bilinci olan çocuk; büyüyünce etik sahibi
olur!
Böyle bir “Dünya”ya çocuk getirilir yani. Ama bu dünyanın
mevcut şartlarına uygun büyütülmemelidir…..
01.03.2016
Biten bir sezonun ardından...
Bir sezon daha hayal kırıklığıyla sonlanırken,
elde kalan “Liverpool intikamı” nın bile dindirmeye yetemeyeceği acılarla dolu yüreklerimiz...
Takım çok iyi giderken, “Bilic’e rağmen
şampiyon olacağız galiba “ derken, üst üste gelen puan kayıpları; gençliğin bayramını içermesine rağmen Mayıs
ayını zehir etti bjk li gençlere ve tüm bjk li kalplere. Nasıl oldu veya neden
oldu kısmını Ali, Metin, Feyyaz, Feli İbo, Oktay, Nouma, Ali Cansun, Ahmet
Dursun, Ali Eren, Baki gibi kalbini ve beynini takım için hala yormakta olan
işin uzmanlarına bırakırken, işin takıma ve hocaya küfüre dönüşmesi kısmını biz
taraftarların daha iyi anlatabileceğini düşünüyorum.
Durum çok net ve kısa anlatılabilecek bir
halde aslında. Biz taraftarız. Beşiktaş taraftarı. Ortamlarda kupalarıyla,
galibiyetleriyle değil; adamlığıyla, duruşuyla fark yaratan, rakip UEFA
kupasını almışken bile karizması daha fazla olan taraftarlarız. Yani bizim
derdimiz başarı veya başarısızlık değil. Bizim derdimiz ruh! Tek derdim var
benim; gönlümü verdiğim takımın formasını giyen adamların sahada ruhlarıyla var
olması. Profesyonel sporcu olmanın getirdiği sorumluluğu taşıyarak kendine iyi
bakması, dikkatli olması, mücadele etmesi…
Daha uzun bir anlatımla;
Soğuktan donmanın mümkün olduğu Brugge maçına
iki buçuk saat önce stada girip, ayaklarımı 1 gün boyunca hissetmemek değil
beni düzen. Beni üzen; Tolganın çıkıp o topu alamıyor olması, Gökhan’ın pas
verip gol olmasını sağlamak yerine, gol atıp kahraman olmaya çalışması, Necip’in
saçma sapan top kaybedip mağlubiyete tuz biber ekmesi, Olcay’ın rakibi takip
edememesi, gerektiğinde faulü yapıp durduramaması. Bütün bir takımın 70 bin
kişilik baskıya rağmen sıradan bir takıma karşı pozisyon yaratamıyor olması.
Tamam bazı isimleri oldukları halleriyle kabul ediyorum. Ama ; Münch gibi
soldan asist yapamıyorsa da, Baki gibi defansta geçilmez olmasını; İlhan, Ahmet,
Pascal gibi geleni çerçeveye sokamıyorsa da, Metin, Ali, Feyyaz gibi futbolu
şiire dönüştüremiyorsa da; Fazlı gibi formanın yere düşmesine engel olmasını
bekliyorduk sadece. Çocuklarıma 3-0 lık Barça galibiyeti kadar, vücudunun altı ve
üstü ayrı oynayan Mills’e atılan tokatı da anlatmayı planlayan benim için;
içinde ruh ve mücadele olan birkaç basit hareketti bütün beklediğim.
Rakip saha içinde kaosa girmiş, futbolcular
dağılmışken, Emre kırmızı karta doğru giderken onu tutup oradan uzaklaştırarak
insanlık ödülüne aday olması değil , “fuck you” nun Türkiye’de başına neler
açabileceğini biliyor olması ve bu lafı rastgele herkese savurmamasıydı Gökhan
Töre’den beklediğim.
Hazır rakip dağılmışken daha baskılı oyun
planlarını gözden geçirmek yerine, rakip oyuncularla ve kulübeyle gereksiz
dalaşan ve kendi takımını da frenleyen Biliç, Brugge maçından sonra Tolga’ya
sahip çıkarak değil, zar zor bulunan golün ardından Atiba!yı oyuna sokup,
rakibi orta sahada durdurmayı düşünerek göstermeliydi iyi bir hoca olduğunu.
Yoksa Tolga’nın hala neden doğru yere aut atışını vuramıyor olması, kalesini
terk etmiyor oluşu falan Biliç’le alakalı değil ve bu saatten sonrada
değiştirilemez biliyoruz zaten. Ama o dönen topu kesebilecek adamların sahada
değil kulübede olması Biliç’in cevaplaması gereken bir soru. Kerim, Oğuzhan,
Atınç, Cenk Tosun gibi bir çok ismin durumu, sorulabilecekler isimli başlıkta
ayrıca incelenmesi gerekenlerden.
Hiçbir derbiyi kazanamamak değil problem.
Problem, o derbilerde takımdan beklenen direnç ve mücadelenin olmaması. Galatarasay
ilk defa yenmedi bizi sonda olmayacak, derbinin keyfide sonucunun hiçbir
şekilde sürpriz olmayışıdır, bunu da biliyoruz. Ama İsmail’in oyuna sonradana
girip Burak Yılmaz’ı pozisyon sonuna kadar kovalamıyor oluşu açıklanamaz bir
durumdur. Ve yediğimizden golden çok, gözlerimizin şahit olduğu o görüntünün
hayal kırıklığı kalmıştır aklımızda ve yüreğimizde.
Olcay’ın müthiş bir sol veya sağ ayağı
olmadığını biz de biliyoruz. Ama tek sorunu bitiriciliği ve iki mücadelelerde
güçsüz oluşu olan bu adamın bunu hala geliştiremiyor oluşunu kabul edemiyoruz.
Motta’dan Caner Erkin performansı beklemiyoruz
zaten, ama yine de insan sol bekinden sezonda 3-4 asist istemek zorunda kalıyor
günümüz futbolunda.
Sabri’nin bile gol attığı bu ligde Serdar’ın da
bir iki gol atıp katkı yapmasını beklemiyor değil insan.
Rakip stoperler maç kurtarıyor, Ersan duran
topta ofsayta düşüyor diye hiç isyan etmedik koca sezon…
Bütün rakipler çözmüş; iki önlibero , Sosa,
sağ stoper, Motta ve Demba Ba adam markajına alındığı zaman oyun kurma işi Ersan’ın
ayağına kalıyor. Ersan’da topu orta çizgiye kadar sürüp Olcay ve Demba Ba’nın
arasına yüksek top atıp rakibe veriyor topu. Topun Ersan’da kalması sorun değil
de Ersan’ın topu hala doğru yere atamıyor oluşu kapleri kırıyor biraz…
Mustafa Pektemek gol demek değil eyvallah
Güntekin Onay’ında onay verdiği bir durum bu. Ama Mustafa Pektemek demek ikili
mücadelelerin hepsinde yerde kalıyor demek de olmamalı…
Toparlamak gerekirse, aslında sizden
istediğimiz puan ve gol rekoruyla şampiyon olmanız değil. Bu hakemlerle bunun
mümkün olmadığını biliyoruz zaten. Ama arkadaşlar biraz daha dikkatli ve
mücadeleci ruh bu gönüllerin görmek istediği görüntüdür. Ve bu taraftarın
sonuna kadar hak ettiği bir durumdur.
Size edilen küfürlerin fiillerinin,
öznelerinin ve sıfatlarının size hissedilen duygularla hiçbir alakası
olmadığını bilmeniz gerekir. Ama bu cümleler dışında isyanımızı kısa ve net
biçimde dışa vurmasının bu kadar hayal kırıklığını yaşamış bu insanlar için
başka bir yolu da yoktur... Yapılan hareketler ve söylenen sözler sonuna kadar
yanlıştır, ama bunca hayal kırıklığı içerisnde başka bir yolu da bulunamamaktadır
içimizdeki isyanı dışa vurmanın …
Ne zaman şampiyonluk diye bağırsak/
Kursağımızda kalıyor/ Söylesene bize hoca / Takım niye oynamıyor…
Müthiş bir isyandır bu beste ama işe
yaramamaktadır.
Çoğunuzun farkında olmadığı besteleri
dinlerken gözleri dolan insanlardan bahsediyorum. Kulaklıkla sahaya çıkıp
enteresan şarkılarla motive olan adamların Beşiktaş’ta başarılı olmasının imkânı
yoktur. Taraftar; Skor ne olursa olsun,
maç sonunda yumruklar havada “Gün doğdu...” diye başladığında tribünler o yumruğun
sahada rakibe inen bir atağa dönüşmesini bekler… “Haydi kalk ayağa yürü güneşe”
diye ısınmaya başlatılır takımı, “sen benim her gece efkarım” diye karşılanır,
üçlüyle maçın başlama düdüğünü geçilir. Gerek yoktur senin kulaklığındaki
değişik şarkılara. Sen kendini tribüne bıraktığın an tribün seni
yönlendirecektir zaten. O zaman “YENİLSEN DE YENSEN DE TARAFTARIN SENİNLE!”
diye inleyecektir bütün stat…
Yani futbolcu dostum; yeteneğinin ve gücünün
bittiği yerde aklını ve kalbini kullanmanı bekliyoruz senden. Söylesene çok şey
mi istiyoruz…
20.05.2015
Bugünler, yarınlar...
Bugünler nasıl mı?
Geçiş dönemini yaşayan, şansı kendisinden önceki iki nesilden
daha az olan insanlarız.
Dünya çatırdıyor.
Doğası bozuluyor, insanı bozuluyor…
Savaşlar tekrarlanıyor, ve düzen; değiştirilmek için yerle
bir ediliyor.
Aynı sebepler ve farklı kişiler ekseninde daha yıkıcı ve daha
kanlı yeni savaşlar kapımızda.
İnsanlar dini, dili, ırkı ve en garip olarak yaşadığı
toprakların altında bulunan doğal zenginlikleri için ölüyor, öldürüyor…
Ekonominin altı üstüne gelmiş durumda. Zengin daha zengin, fakir
daha fakir ve hepsi mutsuz! Orta direk mi? artık öyle bir sınıf yok. Kredi
kartı borcunun asgarisini ödeyebilen insan var. bunların artık ortak bir
noktası var; hepsi sistemden şikayet ediyorlar, kendi oluşturdukları düzeni ve
sistemi beğenmiyorlar…
Kaosun ortasında yaşamaya çalışıyoruz. Ufak şeylere sevinip,
küçük acılara ağlıyoruz.
Çünkü farkındayız; ufaklar büyüklerin habercisi…
Daha çok gülecek, çok ağlayacağız..!
01.03.2016 / SALI 22:53
Madem öyle yazayım bari!
Yazmaya karar verdim. Sanırım 5426.kez bu
kararı veriyorum. Ortaokul ve lise zamanlarında kompozisyon ödevlerindeki
başarılı yazılarımdan sonra hocalarımın pardon öğretmenlerimin
– böyle
takıntılı öğretmenler vardı. “Çocuğum burası cami değil öğretmenim ben” diyen.
Hatta bir TV dizisinde epey klişe olmuş bir repliğe dönüşmüştü. “Hoca camide”
diye kızardı Afet isimli idealist bir öğretmen hanım. O zamanlar saçma bulurdum
“ha hoca ha öğretmen, nedir yani, niye takılıyorsunuz ki” derdim KENDİ KENDİME.
Henüz bu tarz çıkışların öğretmenlere yüksek sesle yapılamadığı zamanlardan
bahsediyorum. İlkokul bitince öğretmenler hoca olurdu. Yani önlükten takım
elbiseye geçmek kadar afili bir durumdu ders anlatan insana öğretmenim yerine
hocam demek. Takım elbise giymişim, kravat takmışım, saçlarda yarım kilo jöle,
pantolonumun ütüsü jilet, ayakkabılarımda kendimi görüyorum, annemin emeğini
babamın parasını dış görünüme yatırmışım iki kuruş büyüleyici özellik eklenir
diye, parmak kaldırıp öğretmenim desem olurmuydu hiç. Bunun yerine “hocam bir
bakarmısın” daha karizmatikti sanki. Lakin şimdi durum değişti. Düşününce
üzerine ulan öğretmen işte, öğreten adam sen ne diye hoca falan diye kısaltıp
kalın ünlülerin bozgununa uğratıyorsun güzelim mesleğin adını. Bir de muallim
var mesela, bunu kullanmak hiç aklıma gelmedi. O daha çok yaşlıların kullandığı
bir terimdi sanki. Eski olduğu için değil de onlara yakıştığı için. Mesela şöyle
50 li yaşları devirebilirsem aile eşrafından genç biri öğreten insan olursa
eğer o zaman ona muallim derim. Sanki muallim tek başına eksik gibi, onu
muallim bey oğlum ya da kızım gibi zengin tamlamaya çevirmek gerekiyormuş gibi
bir hissiyat var içimde. Bu hissiyat hala var! İnternete baktım şöyle bir
galiba Afet Hoca haklı. Hoca camide öğretmen okulda olurmuş. Eş anlamlısı
muallimmiş. Neyse bu çizgi arası çok uzadı.-
Benim yazmaya olan yeteneğimi övdükleri çok
olmuştu. Benden yüksek not alan ama benim kadar övgü içeren cümle duymayan
arkadaşlar vardı hatta. Sanırım kaliteli yazarların toplumda sevilip
beğenilmesine rağmen az para kazanıyor, hayatlarını daha basit yaşıyor olmaları
da buna benzer bir durum. Daha iyi yazdığımı hissettiriyorlar, ama notlarıma
yansıtmıyorlardı. Belki de şımarırım diye düşünmüşlerdir. Ya da kompozisyon
yazmadığım zamanlarda ne yapıyorsam artık, iyi kompozisyon yazmam bile iyi not
almama yetmiyordu.
Sonra gençlik dönemlerinde aşk mektupları ve
aşk şiirleri, dünya sorunları ve atasözleri üzerine yazılan kompozisyonların
yerini almaya başladı. Bunlarda da başarılı denebilecek bir ün yaratmıştım
kendi çevremde. Hem bu yolla gönlünü çaldığım birkaç kız arkadaşım olmuş, hem de
birkaç dostun aşkını sevdikleri kişiye anlatmalarında epey yardımcı olmuştum.
İtiraf ediyorum bazen mektup yazdırmak isteyen kişi ve yazılan kişinin şiirle
olan ilişkisine bakıp Ümit Yaşar Oğuzcan, İbrahim Sadri gibi aşk adamlarının
şiirleri üzerinde küçük oynamalarla insanlara pazarladığımda olmuştu. Hatta bir
keresinde İbrahim Sadri’nin “Sen İçerdeyken Ben” şiirini sen yokken ben diye çevirip
eski bir aşkın küllerini tekrar alevlendirmiştim. Teşekkürler İbrahim ağabey…
Gençlikten erişkinliğe geçerken bu tarz
işlerde benim gözümde ve gönlümde otorite olabilecek biriyle birkaç yazımı
paylaşmıştım o da çok beğenip devam etmem gerektiğini söylemişti. Ama sanki o
bana onu dememişte sanki yazma boş ver demiş gibi ben bıraktım o gün yazmayı.
Bana hep bu olur. Eğer bir işte yeterince iyi olduğum kanısına varırsam işte o
an başlar benim için gerileme ve hatta yıkılma dönemi. Futbol, basketbol
başarılı ve iddialı olduğum sporlardı. Ne zamanki gerçekten yeteneğim olduğunu
anladım o gün bitti benim için ikisi de. Yazmakta böyle oldu.
Bir şeyin bendeki gelişimi benim onu iyi yapıp
yapamadığıma ikna olmama kadar maalesef. Aslında tam o an vites arttırıp devam
etsem belki de şu an hobileriyle para kazanan insanlardan olabilirdim. Gerçi şu
anki durumumdan da memnunum. En nihayetinde hayatımı isteklerime göre şekillendirebildim
şu ana kadar. İstediğim kadınla istediğime yakın standartlarda evlendim –bu
standartlara yakın olmak bile önemli. Bu durumla ilgili detaylı bir yazı
yazmayı planlıyorum- iyi bir işim, huzurlu bir evim, ödeyebileceğim kadar
borcum, görüşebileceğim kadar arkadaşım var. Mutluyum vesselam.
Şimdi tekrar yazmaya karar verdim. Sevgili
eşim sürekli artık ona bir şeyler yazmadığımdan şikâyet ediyor, demek ki
diyorum yazdıklarım etkileyiciymiş, en azından beni seven insanlar için. -Eşim çalıntı aşk şiirleri ve sevgi
sözcükleriyle kandırılamayacak insanlardan bu arada.- Bu şikâyetlerde beni
yazmaya teşvik eden önemli bir unsur oldu. Ama en önemli sebebim şudur;
insanlar artık dinlemiyorlar. Eskiden muhabbetler monolog veya diyalog gibi
geçerdi. Bir şekilde karşındaki seni dinlerdi. Ya hep dinler bir şey
söylemezdi, ya da dinler sonra konuşur ama dinlerdi. Şimdi koro şeklinde herkes
konuşuyor kimse kimseyi dinlemiyor. Konuştuğun konuya göre sürekli bir
muhalefet etme isteği de ayrı bir sorun. Devlet yönetimindeki muhalefet eksiği
herkes tarafından o kadar hissediliyor ki, insanlar hayatın her anında
muhalefet ederek bu boşluğu doldurmaya çalışıyorlar sanki. Sonra diyorum ki;
tamam bu insanlar dinlemiyor bende yazıya dökeyim içimdekileri saçma da olsa,
ama insanlar okumuyor da aynı zamanda. İşte bu aklıma gelince biraz
duraksıyorum şu an bile. Şimdi fark ediyorum ki insanlar, en azından şu an
dinlemeyenleri, eskiden de okumuyorlardı ki. Yani benim yazdıklarımı okuyacak
insanlar beni dinleyecek olan insanlar. Kafamı karıştırıyor bu tipler…
Pazarlamada önemli bir konudur hedef kitleyi doğru
belirlemek. Bende düşüncelerimin, içimden geçenlerin hedef kitlesini okuyan ve
dinleyen insanlar olara belirleyip bu karamsarlığı dağıtmış bulunmaktayım.
Artık ne kalem dayanır bana ne kâğıt gibi bir his var içimde. Allah’ım yazmak
istediğim o kadar çok konu var ki! Siyaset, spor, aşk, evlilik, iş ve bütün boş
işler… Kelimelerimden çekeceğiniz var J
Not: uzun zaman sonra yazmaya karar verip bir
şeyler yazmaya başlayınca sonunu toparlamakta zor oldu ama yazmanın zevkini
hissettiren güzel bir duygu yarattı içimde.
18.05.2015 16:40
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)